Ken Ay Sey Samting

Biz kısık seslerdik, tam teslim olmuş, inançlı, özü sözü bir. Şimdilerde sesimiz gayet gür çıkıyor ama karşılığı ve tesiri yok. Ezanlarımız minarelerden okunuyor ama anlayan yok. Bir garip hâl içerisindeyiz bu zamanlarda. Geçmişi ile övünüp duran bir millet haline geldik. Ertuğrul Bey ile yatar, Abdülhamit Han ile kalkar olduk. Hani Mevlana diyor ya, “dün dünde kaldı can cağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.” Şanlı tarihimizle caka satarken yaşadığımız zamanın gerçeklerinden bihaber yaşıyoruz. Big Data’yı hayata geçirmeye çalışan dünyanın hızlı gündemine takıldığımızdan olsa gerek, sürekli olayları konuşuyoruz, sonuçları tartışıyoruz ama maalesef nedenleri hiç bilmiyoruz. Bakış açımız, yüzeysel, sığ, medyatik, liberal ve dedikodu merkezli bir hale geldi.

Varoluşun sebep ve gayelerinin sırlarını, tarih şuurumuzu, asırları aşan ufkumuzu kaybettik. Sürekli sorunlarla karşılaştığımız halde, hep öteledik, biriktirdik ama bir türlü bu sorunlarla yüzleşmeye cesaret edemedik. Günü kurtarma telaşında koştururken geleceğimizi kaybettik, pırlanta gibi nesilleri, gençlerimizi yani geleceğimizi, bozuk para gibi harcıyoruz. Popüler adamlar, sansasyonel olaylar, savaşlar, teknolojik gelişmeler gündemimizin merkezine oturdu ama büyük fikirleri, aklı, mantığı, hikmeti, tefekkürü hep atladık, kaybettik. Parayı, beton blokları, katları, yatları, yazlıkları arazileri çoğaltma derdine düştük.

Cetvelle çizilen sınırlarımızın dışındaki kardeşlerimizin yeraltı kaynaklarının ve topraklarının sömürgeleşmesini izlerken, kendi düşüncemiz ve bilincimiz sömürgeleşti. Düşünsel dünyamızın bağımsızlık ve özgürlük iradesine ipotek koyuldu farkına bile varamadık. Bu sinsi oyunun sahipleri tarih yazdı, felsefe yaptı, makine üretti, teknoloji tasarladı bize de seyretmek ve konuşmak düştü. Bizi, tarihin yazıldığı meydanların arka sokaklarına ittiler. Sanal olan şeylerin dünyasına hapsettiler, anlayamadık.

Ah o özgürlük, demokrasi ve insan hakları ambalajlı sömürgecilik. Kitleleri sömürülmeye uygun kıvama getiren türlü organizasyonların sahibi sömürgecilik. Her bölgenin coğrafyasına uygun sömürü düzenini kuran ve kana, gözyaşına, paraya doymayan sömürgecilik. Takım elbiseli, temiz, traşlı ve güler yüzlü, eli hançerli sömürgecilik. Söylem tarzı olarak insanı ve haklarını konuşan eylemi cana kıymak olan sahte sömürgecilik. İslâm dünyasına kendi dinlerini aşırılık olarak kabul ettiren, liberal batılı düşüncelere hayran bırakan sömürgecilik bizi ne hale getirdi anlayamadık.

Hayat nizamı olarak tanımlanan İslâm dinini, sakız orucu bozar mı, sakalın boyu ne kadar olmalı, yakmayan kefenin kumaş türü seviyesinde tartışmaya başladık. Sinema ve dizi sektörünün, sosyal medyanın ve geleneksel medya dünyasının, popüler kültür tarafından kullanılan birer uyuşturucu aygıtı olduğunu anlayamadık. Diğer yandan Mehdi’nin özelliklerini, kıyametin ne zaman kopacağını, İslâm’da cariyeliğin durumunu tartışırken batılıların tarihi, zamanı ve mekânı teslim almalarını seyrettik.

Ne zaman bir sorun yaşasak hep suçu başkalarına attık, sebeplerini hep dışarıda aradık. İslâm, bütün insanlığın tek kurtuluş reçetesidir diye vaaz ettik ama kendi Müslüman kardeşlerimizi gruplar halinde tekfir ettik. Kardeşlerimizi, İslâm’ın hakîkatleri ile buluşturmamız gerekirken, kendi ırk, renk, mezhep ya da sivil toplum dünyamıza hapsettik. Kendimizi, inançlarımızı, dünyayı ve metafizik âlemi idrak edemedik. Algılarımız, kavramlara verdiğimiz anlamlar altüst oldu, aklımız tutuldu.

Karizmatik liderler, maddi gücü elinde tutanlar, kitleler ve etkili konuşma sanatına hâkim olanlar her türlü fikir, düşünce, bilgi, birikim, tecrübe ve ferasetin önüne geçti. Ufuklar ayakucumuza düştü, bilinç kayboldu. Otoriteye karşı ortaya çıkan her eleştirinin ihanetle suçlandığı, itirazın ve farklı bir düşüncenin ortaya koymanın imkânsız olduğu zamanlardayız.

Hepimiz dindarız ama bireysel, ırkçı ve mezhepçi. İslâm’ı kişilerin vicdanına hapsettik. Seküler düşünce akımlarına olan ilgimiz İslâm’a olan ilgimizi kırka katladı. Kapitalist işgalin genişlemesi için ırkçı ve ideolojik bilginin taşıyıcıları olduk. Birilerinin toprakları, bizim ise bilinç dünyamız sömürgeleşti. Kendilerine küçük özgürlükler verilen ve sembolik ibadetleri dinin aslı olarak gören bir toplum haline geldik.

Velhasılıkelam, konuşuyoruz ama ne dediğimizi bilmiyoruz. Düşünüyoruz ama anlamıyoruz. Bağırıyoruz ama kimse bize kulak vermiyor. Nişan alıyoruz ama hedefi vuramıyoruz. Tartışıyoruz ama dinlemiyoruz. Yürüyoruz ama nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Çalışıyoruz ama kime hizmet ettiğimizin farkında değiliz. Gerçekten çok konuşuyoruz ama hiçbir şey söylemiyoruz.f902dda4-8452-47ea-9e8b-37f7fb822e79

Fikri Dergi | Şubat 2018 | Sayı 13
Fatih YILMAZ

Kim, Nerede, Nasıl?

Dünyanın gözünün içine baka baka dehşet verici bir tiyatro oynattılar. Bir adamı bahane ederek ülkemize girdiler. En çok ağırımıza giden de adeta fincancı dükkânına girmiş fil gibi dünyayı talan eden kör olasıca Amerikan askerlerinin yanında Peygamber ocağımızın yiğitlerini görmekti. Görmez olaydık. (Bir zamanlar Afganistan’da biri)

Eli kanlı, zalim, insanlıktan nasibini almamış Amerikan askerleri bacılarımızın ırzına geçiyor. Hapishanelerde yapılan zulmün haddi hesabı yok. Namusumuz ve şerefimiz ciğeri beş para etmez kan emici katillere emanet. Gecenin karanlığında insanların feryatları gök kubbeyi titretiyor ama sesimizi duyan yok. (Yıllar önce Irak’ta biri)

Kendi özgürlüğümüzü kazanacağımızı zannettik. Oysa yanı başımızda Irak’ta yaşananlardan ders alabilirdik. Gidecek yerimiz yok, kalacak evimiz, yiyecek ekmeğimiz, yakacak odunumuz kalmadı. Tehlike dört bir tarafımızı sarmış. Çocuklarımız gözümüzün önünde açlıktan ve soğuktan ölüyor. (Bir süre önce Suriye’de biri)

Meğer devlet başkanımız bize birçok ülkede olmayan imkânları sunmuş. Kıymetini şimdi anladık ama iş işten geçti. Arap baharı dedikleri aslında kara kışın habercisiymiş. Şimdilerde kaos her yerde, terör aldı başını gidiyor, kim nereyi yönetiyor belli değil. Ülkemizin kaynakları demokrasi çığırtkanı vahşilerce talan ediliyor. (Birkaç yıl önce Libya’da biri)

Özgürlük ve demokrasi türküleri ile avutulduk ve inandık. Hür irademizle Cumhur reisimizi seçtik, kısa zaman sonra ülkemiz karıştı, darbe oldu. Bütün insanlığın gözleri önünde demokrasi ve özgürlük putunu bir oturuşta yediler. Ağızlarından kan damlıyordu. Kim ne dediyse hiç oralı olmadılar. Meğer hepsi yalanmış. (Üç beş yıl önce Mısır’da biri)

Hayatımda temiz ve sağlıklı içme suyu görmedim. Karnımın doyduğu bir zamanı hatırlamıyorum. Çocuklarımız en basit ilaçlara dahi ulaşamadığımız için ölüyor. En basit ameliyatları yapacak imkanlarımız olmadığı için bir çok insanımız hasta ya da sakat olarak yaşıyor. Dünyanın en zengin kaynakları üzerinde yaşayan ama en büyük zorlukları çeken insanlarız. Bizim hiçbir şeyimiz yok. (Yıllardır Afrika’da biri)

Kardeşlerimizi diri diri yakıyorlar. Evlerimiz, köylerimiz talan ediliyor. Canımızı, namusumuzu kurtarmak için vatanımızı terk etmek zorunda kalıyoruz. Çocuklarımızı kaçış yolunda ve en zor şartlar altında bir bir yitiriyoruz. Yüzbinler olarak çadır kamplarında, toprak üzerinde en zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyoruz. Sabrediyoruz. (Arakan’da biri)

Kardeşim Amerika dünyanın şeysi nasıl kafa tutabiliriz ki! Hem öyle Koka Kolayı protesto ederek falan bişey olmaz. Bu Suriyelilerin ne işi var Türkiye’de anlamıyorum. İslam Birliği ütopya oğlum, hangi çağda yaşıyorsun sen? Vardır bir bildiği, sanki o düşünemiyor mu senin dediklerini. Sonra hem benim kalbim temiz, dedem hafızdı üç kere de hacca gitti. Kardeşim tamam adam ıslık çalıyor ama çalışıyor da. Hem bugüne kadar hep onlar bizi dövdü artık sıra bizde. Asgari ücreti geç kardeşim dünyanın en iyi ekonomisi biziz, baksana şu yollara. Dolar beş lira olsa ne yazar, bizi ilgilendiren bişey yok ki. Sen düşman oklarına baksana nasıl sivri yapmış adamlar. Abi valla doğru söylüyorsun ama… (Bayadır Türkiye’de biri)

Allah sonumuzu hayretsin. (Herkes)
Yahu bi düşünün Allah aşkına. (Başka biri)

Fikri Dergi | Ocak 2018 | Sayı 11
Fatih YILMAZ

Hiçim Hiç

26220500_1675855199141196_8953386170680151716_o     “Ben”, dünya yaratılmadan önce başlayıp şimdilerde öz çekim çubukları vasıtasıyla sosyal medyada hayat bulan ve kıyamete kadar da devam edecek olan en büyük tehlike. “Ben”, namı diğer kibir, gurur ve modern tanımı ile ego. Karşı taraftan bakarsanız “sen” diye okunur. Yani çoğu zaman “ben” belasını başa saran “sen” diyerek insanı ateşe atan kitlelerdir. “Sen başkasın abi, neden sen değil de o, sen daha layıksın, aslında senin hakkındı, seni kıskanıyor da ondan” derken bir bakarsınız koskoca bir “ben” çıkmış ortaya. Artık kimsenin önünde durmaya bile cesaret edemediği koskoca bir “ben”.

Hadise ilk olarak şeytanın Ben’i ile başladı. “Ben dumansız ateşten yaratıldım!” demişti. “Dumansız ateşten yaratılan topraktan yaratılana secde eder mi!” dedi ardından. Eğer Ben’in penceresinden bakarsanız, ona göre doğru bir yaklaşım, çünkü Ben tehlikedir. Sonra şeytanın tecrübesi olayı akıllı telefonların ön kamerasına kadar taşıdı. Ben! Neden başkalarını çekeyim? Neden fotoğrafta ben de olmayayım? Ben’siz olur mu? Egoizme giden yolları açın gerisini oluruna bırakın demiş şeytan sanki. Gençlerin ne olduğunu tarif bile edemediği moda, medyanın pompaladığı popülizm, bireyselliğin tavan yaptığı bir artı bir dairelerde yaşam, asosyal hayatın mimarı sosyal medya, arkadaşlığı can evinden vuran yeni nesil oyunlar, bunların hepsi egoizmi hedef alır ve değerleri yok eder.

Mübarek şehadet makamını bile uğruna sömürdüğümüz egoizmden bahsediyorum. Kardeşime soruyorum: “şehidimize yönelik paylaşımının içinde biraz ego var mı acaba? Ne güzel paylaşım yapıyor desinler, daha fazla beğeni alsın, daha fazla kişi beni takip etsin diye bir kaygı var mı? Acaba?” Biz birbirimizi tanıyoruz kardeşim. Sen güzel konuşuyorsun, afili cümleler kuruyorsun ama yaşamıyorsun ve her geçen gün popüler kültür bataklığında yok olmaya devam ediyorsun.

Sosyal medya ile egoizm muhtemelen en güçlü dönemine ulaştı. Siz arkadaşlarınızın aile fotoğraflarını, neşeli anlarını, yaptıkları çalışmaları izlerken diğer taraftan gizli mesajlarla da muhatap oluyorsunuz. “Klas mekânlarda dolaşıyorum, her yeri geziyorum, para bende, makam bende, lüks ortamlarda vakit geçiriyorum, en lezzetli yemekleri ben yiyorum, Ben çok önemli bir insanım.” Bunlar tılsımı bozan haller ve tılsım çoktan bozuldu.

Artık insanların anlattıklarına ya da CV dosyalarına bakmanıza gerek yok. Sosyal medya hesapları size en samimi bilgiyi verecektir. Sadece biraz psikoloji ve sosyoloji bilmeniz gerekli belki biraz da pazarda insan ağzı görmüş olmanız lazım yani azıcık hayat tecrübesi.

“Sen benim bu âlemde namımı duymadın mı hiç? Ben bir hiçim, hiç!” der Hz. Mevlana. Tabi ki nihilist bir bakış açısıyla değil, tasavvufi anlamda hiç. Hiç, derin bir mana taşır, güçlü bir slogandır, kendini ve haddini bilmeyi ifade eder. Kısacası “hiç” bencilliğe verilecek en güzel cevaptır.

Post modern dünya “ben” diye haykırıyor, bizim inancımız “biz” diye fısıldar, kemâlât ise “önce kardeşim” diyerek bağrına basar. İnsan bencillikten kurtulmadan huzura kavuşamaz, ruhunu dinlendiremez, gerçek aşkı bulamaz. Aşk mutlu olmaktan ziyade mutlu etmektir. Daha fazla mutlu olmak için, benliğinizden geçin, mutlu edin.

 

Bu Bir İşgal Girişimidir

24273923_1635371743189542_8661750758486826287_o     Şöyle bir yokluyorlar, bazen sinema ile bazen birkaç karikatürle ya da bir dizi film ile. Sonra koltuklarına kasılıp seyrediyorlar neler oluyor, nasıl tepki veriyorlar diye. Tepkinin dozajına göre ayarlama devam ediyor. Bazen kavramlarla, televizyon programlarıyla, tişörtlerin üzerine uygulanan baskılarla ve buna benzer birçok yolla bu yoklamalar devam ediyor. Bunu yeni dünya düzeninin post modern işgal girişimi olarak adlandırabiliriz.

Kardeşim şöyle bir etrafına baksana! Bu manzara kolaylıkla oluşmadı. Mesela kaç tane ana dilde tabela var say bakalım. Şu şehirlerin en büyük ana caddelerinde sıra sıra dizilen bankalar ne iş yapar bilir misin? Kaç tanesi yerli kaçı yabancı o bankaların? Anlata anlata bitiremediğimiz duble yollarımızın üzerinde son gaz giden araçların markalarına dikkat ettin mi? Eskiden en azından Hacı Murat, Anadol, Doğan, Şahin diye Türkçe isimli montaj sanayi ürünü araçlar vardı. Şimdi onlar da azınlıkta. Hatta tek yerli olarak tarihin tozlu garajlarında hapsedilen Devrim otomobilini hiç göstermedi ocağı tütesiceler.

Kardeşim, sana post modern işgalden bahsediyorum. “Devleti yaşat ki, sömürü devam etsin” anlayışı ile devam eden işgal. Yıkarsan nasıl sömürebilirsin? Ne öldüreceksin, ne de olduracaksın ki iliklerine kadar tüketebilesin. En kötüsü de bizi bizden edip ardından bunu normalleştirmeleri. zamanla alışmak ve artık olağan karşılamak ne kadar da tehlikeli aslında. Yaşı 25’in altındakiler pek bilmez, bundan 20 yıl öncesine kadar bizim oralarda Ramazan ayında lokantalar kapatılırdı. Sizin oralar neresi diye sormanıza gerek yok muhtemelen sizin oralarda da durum farklı değildi. Lokantalar diyorum çünkü o zamanlar fast food pek yoktu. Hani şu meşhur mek danıltslar, börgır kingler falan. İslam olmasa da İslami hassasiyet biraz da insanlık vardı. İnanca saygı vardı. İnsanlar sokakta yiyip içmezdi! Çağdaşlaştıkça geriliyoruz kardeşim. Hem de cilalı taş devrine doğru.

Tespihler çekiliyor, namazlar kılınıyor, başlar örtülü, ellerde Kuran, minarelerde ezan, saçlar Amerikan, traşlar sinek kaydı, kıyafet Avrupai, ayakkabılar Çin malı, zihinler bulanık, düşünce felsefi, iman eleştirel, kotlar yırtık derken böyle değişik bir dünyalı olduk çıktık. Yavaş yavaş, azar azar, bize bir haller oldu. Benim bile bu satırları yazarken daha da dikkatimi çekti. Hakikaten ne hale gelmişiz yahu. Tabi bir de buraya satırların arasına edebimizden dolayı alamadığımız gerçekler var. Yazmayı bırakın konuşmaya cesaret edemediğimiz, düşünürken çıldırtan gerçekler. Aman Allah’ım.

Üretemeyen kitleler tüketim toplumuna dönüşüyor. Haliyle üretenler isim hakkına sahip oluyor, tüketenler de o ismi kullanıyor. Onun için Facebook, Youtube, Twitter var, yüz kitabı, senin kanalın diyeceğim ama kanal kelimesi de İngilizce ya da cıvıltı yok. Çünkü ruh yok, heyecan yok, azim yok, gayret yok, çalışma yok, plan yok, program yok, hedef yok, ideal yok.

Şimdi biz bu konuyu ele aldık çünkü üzerine düşünüyoruz. Siyasiler kürsülerden konuşuyor mu? Evet. Diğer taraftan memleketimizin çok muhterem hocaları vaazlarında bu konuları hep dile getiriyor mu? Evet. Eğitim kurumlarımızda öğretmenlerimiz bunları bilmiyor mu? Biliyor. Konuşmuyor mu? Elbette konuşuyor. Televizyonlarda sık sık tartışma programlarında bu konular enine boyuna müzakere edilmiyor mu? Elbette. Değişen bir şey var mı? Yok. Peki süreç daha iyiye mi gidiyor yoksa kötüye mi? Kötüye. Tabi konuya duble yollar, köprüler, hava alanları, yeni açılan imam hatipler açısından bakarsak ne olur? Yine bir şey değişmez.

Tamam. Başka sorum yok. Allah’a emanet olun.

Dünya

22519863_1591843064209077_5204212592722308841_o     Yaşanan her gün aslında dünü ve yarını içerisinde barındırır. Anı yaşarken, dünü hatırlar, yarını planlarız. Yaşam yarınlar için devam eder. Ortaokula gidebilmek için ilkokula başlar, liseye gidebilmek için ortaokula devam ederiz. Zaten kesintisiz, zaten zorunlu olarak. Evlilik ve iyi bir iş için üniversiteye başlarız. Yoksa perişan oluruz, maazallah tamirci, terzi, boyacı yada inşaat işçisi oluruz, tabi onlar iş değil ya! O işleri yapanlar insan değil ya! Aile sahibi olmak, çoluk çocuğa karışmak için evleniriz. Akşam eve ekmek getirebilmek için sabah işe gideriz. Çocuklarımızın geleceği için iş planları yaparız. Sonra torunlarımız için daha fazla çalışırız. Hatta emeklilik dönemimiz gelir ama emekli olmayız. Diğer taraftan rahat bir emeklilik hayatı için birikim yaparız. Ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederiz. Hiç ölmeyecekmiş gibi.

Bazen arabesk tadında anlamlandırmak lazım hayatı. Üstat Urfa’lı İbrahim efendinin dediği gibi; “Bitmeyecek sandığımız, rüyasına daldığımız, bile bile kandığımız, ölüm gerçek ömür yalan.” Siz de düşünmüşsünüzdür, acaba hayat mı gerçek rüya mı diye? Aslında hayat dediğimiz rüya, rüya zannettiğimiz de gerçek olmasın. Dokunup hissettiğimiz, etten kemikten olan biz gerçeksek o zaman neden beden toprak olurken yola ruhla devam edilir ki? Peki ya algılara inanan ve apaçık gerçekleri kabul etmeyen kitlelere ne demeli! Bize gösterilene aldanıp, gizleneni fark etmemek bu kadar zor olmamalı. Gerçek, her şart altında doğru ve değişmez olansa diye devam etmeyelim, fazla kafa karıştırmadan biz konumuza dönelim.

Hani yağmur duasına çıkan bir topluluk vardı ama içlerinden sadece bir çocuk elinde şemsiye ile gelmişti ya. Heh, işte aslında anlatmak istediğim o çocuğun ruh hali. Hayat, düşünce, söylem ve eylemden ibaretse, bu üç olgu arasında bir mantık örgüsü olması lazım. Eğer yağmur duasına çıkıyorsak yola inanarak çıktığımıza dair delilimiz olması lazım, şemsiye gibi. Bir düşünceyi, söyleme geçirdikten sonra eğer tavrımızla da bütünlüğü sağlayamadıysak o vakit nasıl hakikatten bahsedebiliriz ki? Sigara içen bir baba evladına sigara hakkında bir şey konuşmazsa belki o çocuk ileride sigaraya başlamayabilir ama “evlat, sakın sigara içme, bak bu meret çok zararlı” falan derse o çocuk ileride büyük ihtimalle sağlam bir tiryaki olur. Bir babadan evladına karşı en beklenmeyen durum muhtemelen söylem eylem tutarsızlığıdır. Hakikati arıyoruz ya, insan sormadan edemiyor; “duvara kafa atmak mı yoksa dokuz aylık hamile bir kadının katledilmesi mi daha çok can yakar?”

Zavallı insan bazen ümitsizliğe düşer. Yani hayat hakikati anlamakla da yetmiyor. İnsan sabah uyanacağı ümidiyle her gece başını yastığa koyup uyuyabiliyorsa neden başka konularda ümitsizliğe kapılsın ki? Son bir madde ile bitireyim. Sanki mükemmel olarak dünyaya gelip büyüdükçe köreliyor gibiyiz. Bir çocuğun bakış açısı, hisleri, gerçekçiliği her daim örnek alınası gibi geliyor bana. Yani onlardan öğreneceğimiz çok şey varken hep anlatan biziz. Zaten öğretme, dikte etme kaygısı öğrenmenin önünde büyük bir engel değil mi? Haksız mıyım? Bence öyle. Tartışılabilir de ama tartışabilirseniz.

Tekrar konumuza dönersek, modern ötesi dünyanın en büyük problemlerinden biri güven olduğu halde, neden havaya fırlattığınız bir çocuk kahkahalarla güler hiç düşündünüz mü? Hatta yerden hışımla alarak sanki ona kızarmış gibi havaya fırlattığınız halde! Çünkü o çocuğun, sizin onu tekrar kucaklayıp, bağrınıza basacağınıza olan inancı tamdır. Çünkü o çocuk size güvenir. Bize ne yapıyorlar da büyüdükçe insani değerlerden uzaklaşıyoruz abi?

Ne Oldu

     22366647_1586569124736471_7368973092354874044_n     Bizim arkadaşımız, bizim mahallenin adamı, son yıllarda öyle şeyler yapıyor ki, inanamıyorum! Hâlbuki biz böyle konuşmamıştık, biz böyle değildik. Hani güçlü de olsa eğer zulmediyorsa karşı çıkacak ve zayıfı koruyacaktık? Hani bizim davamız vardı, konjonktürel olarak her devrin adamı olmayacaktık? Biz dava adamı olacaktık, kimse bizi tanımasa da olur deyip vazifemizi hakkıyla yapacaktık? Bizi bilmesinler ama davamızı anlasınlar yeter diyorduk? Ne oldu?

Hani Allah’tan başka kimseye tapmayacaktık? Hani ideallerimize inanacaktık ve gücümüzü inancımızdan alacaktık? Hani derdimiz iktidar olmak değildi, yürüyecektik, kimseye aldırmayacaktık, gücümüzü fikirlerimizden alacaktık? Paraya, makama ve başkaca şeylere tapmayacaktık? Üç-beş dünyalık için sığ sularda yüzer olduk, hani okyanusun derinliklerine açılacaktık? Ne oldu?

Alkıştan, iltifattan, övgüden, avantadan beslenmeyecektik, hani düşüncenin gücünden, tefekkürün derinliğinden, münazaranın veriminden kuvvet alacaktık? Biz nasıl oldu da her defasında, yapılan her türlü haksızlığa rağmen “çok yaşa padişahım” der olduk? Hani gerekirse “kral çıplak” diyecektik? Ne oldu?

Hani nabza göre şerbet vermeyecektik, sakala göre tarak çekmeyecektik, dokuz köyden de kovsalar yalnız Hakk’ı haykıracak ve gerçekleri dile getirmekten her ne pahasına olursa olsun vazgeçmeyecektik? Hani her davete ayrı bir kürkle gitmeyecektik? Hani bir hırkamız bir de hurmamız olacaktı ve hasır üzerinde uyuyacaktık? Hani biz Kureyş’li kuru ekmek yiyen bir kadının oğlunun ümmetiydik? Ne oldu?

Hani sabunun aslı olacaktık, kirli elleri temizleyen, manevi kirleri yok eden? Sabun köpüğü olmayacaktık, birazcık suyla yok olup giden. Hani bizim kutsalımız adalet olacaktı, hani suçlu olan kendi evladımız da olsa cezasını verecektik? Hani menfaat, çıkar ilişkileri, fırsatçılıkla hiç işimiz olmayacaktı? Hani çıkarımız ahlak olacaktı, ahlakımız çıkar olmayacaktı? Hani zor zamanların adamı olacaktık, haksızlık karşısında susmayacaktık? Ne oldu?

Hani kuytularda, gölgelerde, arka sokaklarda, garip gurabanın, fakir fukaranın gönlünde yaşayacak, mücadele edecektik? Hani filim adamı olmayacaktık, bazı menfaatler uğruna her role girmeyecektik, hani başrol olmak gibi bir derdimiz olmayacaktı ve sahnede ölmek istemeyecektik? Hani her güç sahibine “emredersiniz efendim” demeyecektik, her iktidara “neden?” diye soracaktık? Ne oldu?

Hani asla vazgeçmediğimiz yol arkadaşlarımız olacaktı, çıkar ilişkilerimiz değil, dostluk ve kardeşlik bağlarımız olacaktı? Hani kendi davamızın neferi olacaktık, her para verene asker olmayacaktık? Hani bir yıl sonrası için tohum ekecek, 10 yıl sonrası için fidan dikecek ve 100 yıl sonrası için insan yetiştirecektik? Hani kendimiz için değil de kardeşimiz için yaşayacaktık? Hani alem-i İslam’ı ayağa kaldırıp yeni bir dünyayı kuracaktık?

Ne oldu? Nasıl oldu? Ne ara oldu? Neden oldu?

Allah aşkına bize ne oldu?

Söz Uçar Acı Kalır

22365288_1584394028287314_8130011356078099901_n     Biz milyonlardık, yıllarca söz verdik. Şehrimizi, ülkemizi ve sonra bütün dünyayı değiştirmek üzere, mazlum coğrafyaları kurtarmak ve yenilsek de vazgeçmemek üzere söz verdik. Yeminler ettik, gerekirse kendimizden, sevdiklerimizden geçecek ama vatan, millet ve Millet-i İbrahim’den asla vazgeçmeyecektik. Biz milyonlardık ve yıllarca söz verdik.

Önce dava, vatan ve millet dedik. Davamız aşkımız, sevdamız Türkiye, rüyamız yeni bir dünyaydı. Uyursak yoruluyor, koşturdukça dinleniyorduk. Çalıştıkça rahat ederken, dinlendikçe sıkılıyorduk. Duvarlara sloganlarımızı yazarken yorulanlarımız, direklere bayrak asarak enerji depoluyordu. Takvimler günü, gece ve gündüz diye ayırırken, biz bu ayrımı çalıştığımız ve çalışmadığımız zaman olarak yapıyorduk. Çalışmalarımızı, sokakta kimse kalmayana kadar devam ettiriyorduk çünkü söz vermiştik ve biz milyonlardık.

Mücahedenin kralını yapıyorduk, belki kelli felli değildik ama orta yol ehliydik. İddia sahibiydik, bir elimize Karun’un hazinelerini, diğerine şehrin anahtarlarını verseler davamızdan vazgeçmeyiz diye anlatıyorduk. Zor günlerin adamıydık, bizim için olmaz diye bir şey yoktu ve imkansız dedikleri belki biraz zaman alabilirdi. Yavuzlar, Fatihler, Abdülhamitler’dik. Biz Ulubatlı Hasan, Seyit Onbaşıydık, Anadolu’nun Fatih’i Sultan Alparslan’dık.

Bosna’ya her gün ağlar, Çeçen dağlarının marşları ile heyecanımızı perçinlerdik. Bağdat, Bağdat, aahhh Bağdat diye haykırırdık. Şehit tahtında Rabbe gülümsemek en büyük hayalimizdi. Zincirleri kırarak Ayasofya’yı açmaya ant içmiştik. Eyy Kudüs, gözü yaşlı Kudüs ve Selahattin’in mücahit torunları, onlar her daim dualarımızın en hisli kısmında yer alırdı. Çok imtihanı yüz aklığıyla verdik. Biz milyonlardık, söz vermiştik ve vazgeçmeye de hiç niyetimiz yoktu.

Sonra birden bir şey oldu. Durduk! önce başparmaklarımızı indirdik sessizce, biraz da mahcup. Dünyanın aldatıcı nimetleri ile buluştukça, teknoloji arttıkça, cüzdanlarımıza kredi kartları girdikçe, yüksek maaşlar hesaplarımıza yattıkça, şatafatlı ofislerin rahat koltuklarına yayıldıkça, sekreterlerimiz ikramlarda bulundukça bir şeyler değişmeye başladı. Bir şeyler gitti bizden. Asla ama asla dediklerimize dünya gerçeği demeye başladık. En büyük hayallerimiz birden ütopya oldu. Dostlar düşman, düşmanlar dost oldu. Meğer aşk, azim ve gayretle mücadele, dünyalık nimetlerin yokluğundan ibaretmiş. Ey akıl, ey mantık, ey şuur, ey ihlas, ey aşk, ey büyük dava, meğer sen muhafazası ne zor bir değermişsin, meğer imtihan daha bitmemiş. Meğer sona geldiğimizi zannettiğimiz yer, daha yolun başıymış!

Bir varmış, bir yokmuş. Düşünmek, konuşmak, aslında gerçekten inanmak değilmiş. Bir yerde durmak oradan ayrılmamanın garantisi değilmiş. Gayret etmek vazgeçmemek için yeterli değilmiş. İnanmak, inkar etmeme sebebi değilmiş. Söz vermek, sözünden dönmemenin ispatı değilmiş. Meğer o şey öyle değilmiş, aslında bambaşka bir şeymiş. Yokluk nimet, varlık hezimetmiş. Darlık huzur, rahatlık yok oluşmuş. Zayıflık kolaylık, güç sarhoşlukmuş.

Gördük ve öğrendik. Artık herkes biliyor…

I See Dead People

     18740264_1449122965147755_179337304807649387_n     Sessiz ve yalnız bir şekilde bu dünyanın içerisinde oluşturulmuş sanal alemde yaşayan ve arkadaşlıkları, mutlulukları, heyecanları, iletişimi yapay milyarlarca insan. Gerçekliğin olmadığı ama hissi olarak yaşandığı zannedilen mecralar. Evlerin baş köşesinde başlayan, önce masa üstüne oradan diz üstüne geçen ve en sonunda ceplere kadar giren bir ekran büyüklüğündeki dünya.

Ne zaman ki insan, ekran başındaki pasif halden sosyal medyanın etkileşime açık aktif dünyasına geçti işte o zaman her şey bambaşka bir hal aldı. Kitap, dergi ve gazeteler bir kenara atıldı ve tüm yüzler ekranlara gömüldü. Yüz yüze iletişimi yok etme noktasına getiren sosyal medya kanalları en son Whatsapp ile sesli iletişimi de inanılmaz derecede azalttı. Tebrikler, takdirler, teşekkürler, kutlamalar, geçmiş olsunlar ve taziyeler hepsi sosyal medyaya taşındı. Sessiz, yazılı, resmi ve soğuk. Alış verişler, fatura ödemeleri, banka hesabı takipleri, belediye hizmetleri de yeni iletişim teknolojilerinin dünyasına taşındı. Gerçeklik her geçen gün yerini sanal olan şeylerin dünyasına terk ediyor.

Sosyal medya kanalları, popüler kültürün koyun postuna bürünmüş azgın canavarları olarak bizi içten içe yok ediyor. Aslında eskisinden daha fazla var olduğumuzu düşündürerek. Facebook hesabımızda binlerce arkadaş, paylaşımlarımızı beğenen yüzlerce takipçi, onlarca yorum ama bir derde düştüğümüzde arayabileceğimiz en fazla birkaç kişiden bahsediyorum. Tüm karakterleri sanal hale sokan, gerçekliğin en büyük rakibini tanıyalım diyorum. Bazı Hollywood filmlerinin senaryolarında işlenen dünyayı, önce zihinlerimizde oluşturmak isteyenleri tanıyalım. Algı yönetimi, kitleler psikolojisi üzerine ve biraz da özellikle genç nesle sunulan sosyal medya dünyasının rol model takdimleri üzerine biraz kafa yoralım diyorum. Sömürülen ve işlevsizleştirilmeye çalışılan zihinler üzerine.

Unutmayın, gastronomide hiçbir yemek tesadüfen hazırlanmamıştır. Eğer önünüze bir porsiyon İskender Döner geldiyse, mutlaka daha önceden eti işlenmiş, yoğurdu hazırlanmış, tereyağı ve sosu üzerine dökülmüştür. Yemeğin lezzetli olması arzu edilir ama karnınızı doyurmadıysa ve hatta yarım saat sonra midenizde bir ağrı hissettiyseniz o zaman ustayı, restoranı ve sahibini sorgulamanız gerekir! Diğer tüm alanlarda da durum aynen böyledir.

Peki sosyal medyayı kullandıkça, yeni uygulamaları indirip tüm bilgilerimizi kayıt altına aldıkça neler oluyor hiç düşündünüz mü? Sosyal medya kullanımı arttıkça, depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite ve narsistik kişilik bozukluğu da artıyor. Nefes alıp veren, çalışan ama üretemeyen bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz. Birebir yani yüz yüze iletişimi tamamen biten bir toplum. Artık herkesin, kendini toplumdan soyutlamış, bazen sabahlara kadar uyumadan sosyal medya mecralarının arasında gezen akşama kadar yatan bir akrabası yada tanıdığı olsa gerek. Fiziki olarak yaşayan ama ruhen ve zihnen ölülerden say gitsin denilebilecek kitleler. Günlük en az bir kitap okuma süresini sosyal medya hesaplarının timeline yollarında tüketen insanlar. Onlar artık her yerde. Otobüslerde, metrolarda, sokaklarda, misafirliklerde, okul kantinlerinde, toplantı salonlarında. Siz de görmüyor musunuz? Kafalar önde, 5.5 inç Full HD ekranlara kilitli insanlar.

Bana öyle geliyor ki, I see dead people, belki de biz de onlardanız ama farkında değiliz…

Düşünme

     17952909_1416387895087929_4771191320703812734_n     Okumaz, araştırmaz, düşünmez yani ilim sahibi olmazsanız rahat edersiniz. Kaç kişi okumuş, kemale ermiş de ne görmüş, ne olmuş? Hakikat kapısına kabul beraberinde bin bir türlü dert getirir bu da bizi bitirir. Haddinden fazla fikir sahibi olmak, daha fazla detay bilmek, yorulmuş bir beyin, gereksiz sorumluluk ve daha fazla mesuliyet demek. Gerek yok! Akıllı insan fazla düşünmeden karar vermeli, bizim yerimize düşünenlere Allah zeval vermesin. Bir işin sonunu düşünmek büyüklerimizin işidir, bizim aklımız ermez, işimiz başımızdan aşkın zaten. Her akşam bir dizimiz var. En azından ayda bir defa bomba gibi bir sinema filmi izlememiz gerekir. Yarınımız, çocuklarımız, torunlarımız ve hatta torunlarımızın çocukları için hazırlamamız gereken bir gelecek var. Kiradan kurtulmalıyız, çocuklarımız da kurtulmalı. Hepimizin birer otomobili olmalı ayrıca yazlığı olmayan kaç arkadaşımız kaldı ki! Bu dünya kendisi için çalışanlar için değilse ya nedir? Onun için fazla düşünmemeli geleceğimiz için mal biriktirmeli, yatırım yapmalıyız. Maalesef düşünerek para kazanılmıyor.

Şunu da unutmamak gerekir. Bugün, adeta vücudumuzun yeni bir uzvu haline gelen akıllı telefonlarımızın durumu ne olacak. Sürekli puan topladığımız ve hatta stratejiden stratejiye koşturduğumuz oyunlarımız var. Youtube’da hala izlemediğimiz milyonlarca video var, sürekli takip ettiğimiz twitter gündemlerimiz var. Bir insanın lüzumsuz memleket konuları üzerine düşünmesi mi önemli yoksa en yakın arkadaşlarını ilgilendiren sosyal medya iletişimi mi önemli. Facebook paylaşımlarımızın beğenilmesi ve paylaşılmasının, takipçi sayılarımızın artmasının hiç mi önemi yok. Whatsapp gruplarımızın doyumsuz sanal sohbetleri düşüncenin ağırlığından çok daha faydalıdır. Her gün yeni bir teknolojik aygıt yada program üretiliyor, her gün yeni bir uygulama daha hayatımıza giriyor. Teknoloji çağı içinde olduğumuzu unutmamalıyız. Eğer ülkemizin siyasi çalışmalarını, dış politikayı, varlık fonunu, referandumu kafaya takar, üzerine düşünürsek, bu kadar gelişimi nasıl takip edebiliriz! Bunu hiç düşündünüz mü?

Aklımızı başımıza almalı ve daha önce sahip olmadığımız konforun, teknoloji ve iletişim imkanlarının kıymetini bilmeliyiz. Eskiden çocuklarımız sabah evden bir çıkarlardı akşama kadar toz toprak perişan olurlardı. Bu zor günleri unutmayalım. Şimdi imkanlarımız çok arttı hamdolsun! Sabah kalkar kalkmaz çocuğumuzun eline verebileceğimiz tabletlerimiz var. Evladımızın canı mı sıkıldı, açın duvardan duvara Led TV’yi saatlerce çizgi film izlesin. Daha mı olmadı verin eline Playstation konsolunu istediği oyunu doyasıya oynasın. İşte bunlar hep milli gelirin artmasından falan kaynaklı çok iyi şeyler. Çocuk seslerinden misafirlerimizle ilgilenemediğimiz günlerden bugünlere geldik. Artık çocuklarımızın odasında her türlü imkan var. Evimize misafir geldiğinde onları odasına gönderiyoruz ve herkes rahatlıkla sosyal medya hesaplarında gezebiliyor. Bunlar çok düşünerek olacak şeyler değil. Aklımızı başımıza alalım. Televizyonlar, haber siteleri, ana akım medya, gazeteler, sinema filmleri, diziler ve sosyal medya kanalları bizim için, bizim mutluluğumuz için kuruldu. Bu kadar meşguliyetimiz varken Allah aşkına neyi düşünelim.

Memleketimizin duyguları akıllarına hükmeden birbirinden değerli hocaları var. Tarihi bilgiye, ferasete, ilme sahip olmasa da genç, yakışıklı, dinamik ve üstün hitabet yeteneğine sahip idarecileri var. Yani onlar bilmiyorlar da biz mi biliyoruz! Onlar düşünmüyorlar da biz mi düşünelim. İlla ki düşünüyorlardır ve vardır bildikleri. Bizi aşan konuları düşünerek vakit kaybetmek büyük gaflettir.

Yani, biraz gerçekten uzak oluversin, hakikisi değil de taklidi oluversin ama zahmeti olmasın, bizi yormasın, emek, gayret, fedakarlık istemesin, alın teri yada göz yaşı döktürmesin daha iyi değil mi?

İnsan biraz haddini bilmeli, fazla da düşünmemeli!

Şimdi anladın mı? Düşünme arkadaş…

Post Modern Dünyaya İnat

Modern dünyayla yeni tanışmaya başlamıştık. Modern nedir, modernizm nasıl tanımlanır, reel politik nasıl yapılır, realist yaklaşım nasıl olur, yeni dünya düzeni dedikleri şey ne iş çevirir, liberal ekonomi nasıl sömürür, muhafazakar demokrat kimdir derken birden post modern dünyayı karşımızda bulduk ve kısa zamanda bizi içine aldı, hem de içinden çıkılamaz bir şekilde. Postmodernizm, modern ötesi yada modernizm sonrası anlamında kullanılıyor, yani anlaşılmayan birçok şeyin daha da karmaşık olduğu bir dönem. Yaşadığımız dünyaya şöyle bir bakarsanız, daha az insan kaynağı ve daha az mali kaynak kullanarak, daha fazla sömürü, daha fazla kan, daha fazla gözyaşı kısacası küresel zalimlerin daha da güçlendiği bir tabloyu görürsünüz. Yani postmodern dünyanın daha fazla can aldığına şahit olursunuz.

Dünya şöyle dursun, şimdi kendi topraklarımıza dönelim. Kendi insanımıza, aynı şehirde yaşadıklarımıza, hatta komşularımıza ve aslında en nihayetinde ailemize belki de kendimize bakalım. Aslında kendimize bakmak en güzeli, çünkü postmodern dünyaya karşı çığlık atıyoruz, kendi evimizin duvarlarında yankılandığını duyuyoruz. Yeni nesle dil uzatıyoruz, kendi çocuklarımızı unutuyoruz. Komşularımızı uyarmak istiyoruz, ailemizi hatırlatıyorlar. Önce kendi topraklarımıza bakalım diyoruz ama göremiyoruz, çünkü toprağımızı terk edeli uzun zaman oldu. Artık büyük şehirlerin beton duvarları arasına sıkıştık, bir el uzatsak karşı apartmandaki kardeşimizle çak yapabilecek durumdayız. Mesafeler bu kadar kısalmışken belki de üç yıldır kapı komşumuz olan insanları tanımıyoruz. İnsanlar, eşrefi mahlukattan, bizim gibi ve hatta kardeşlerimiz onlar, aynı inanca sahibiz ama selamlaşamıyoruz bile. Neyse ki sosyal medya var, paylaşımlarımızı karşılıklı beğeniyoruz ya, Allah kabul etsin, buna da şükür.

Hep fiyakalı kavramlarla çürüttüler beynimizi, duygularımızı, hislerimizi, inancımızı, sevgimizi, aşkımızı ve daha nelerimizi. Modern dediler ahlakımız gitti, postmodern dediler insanlığımızı kaybettik, individüalizm dediler bencilleştik, hümanizm dediler yaratılışı unuttuk, liberalizm dediler siyasi ahlakımız bozuldu, muhafazakar demokrat dediler şuurumuz gitti, aydın dediler karanlığa boğulduk, çağdaş dediler maneviyatımız yok oldu ve daha neler dediler nelerimiz gitti…

İki metrekarelik balkonlarımızda çiçek suluyoruz ama ormanlarımız gitti, dumansız hava sahaları oluşturduk ama temiz nefes alacak ortam kalmadı, köylerimizdeki ucu bucağı gözükmeyen arazileri bıraktık şimdi şehirlerde bir Pazar günü oturacak üç metre kare toprak parçası arıyoruz. Eskiden pınarlarımızdan avuçla buz gibi su içerdik şimdi evlerimizdeki suyla ancak temizlik işlerimizi görüyor, içmek için damacanalara doyamıyoruz, çocuklarımızı okullarına polis eşliğinde gönderip asker eşliğinde teslim alıyoruz! Emniyet kayıp, sağlık bitmiş, eğitim sizlere ömür, adaleti bulabilene aşk olsun.

Şuradan başlayabiliriz; interneti kapatalım, yüreğimizin sesini dinleyelim, kardeşlerimize sarılarak, komşumuza selam vererek, insanlara iyilik yaparak, okuyarak, düşünerek, aklederek, ders alarak! Her şey, post modern dünyaya inat…17760192_1392623677464351_1898461309451427130_n